Toplumsal Sorunlar ve Çözümleri
Birey merkezli sistemlerin öteki sistemlerden farkı, öncelikle insan olarak bireyleri mutlu etmeyi kendine hedef seçmiş olmasıdır. Sistem tüm bireyleri birer farklılık olarak görür. Yani dünyada altı milyar insan varsa, hepsi bir birinden farklıdır, bu altı milyar birey demektir. Kadın erkek olarak cinsiyet, ırk, dil, din, inanç ve düşünce gibi insanla ilgili öteki tüm farklılıkları ve doğayı da insanla birlikte ele alarak hareket eder.
Bireyin özgürleşmesi, kişiliğinin şekillenmesi, kendini geliştirmesi, edineceği değer yargıları ve mutluluğu, içinde yaşadığı toplumun aile, eğitim, ekonomi, din ve siyasetten oluşan toplumsal kurumlarına bağlıdır. Bu kurumların her birinin zaman içinde kalıplaşmış, tüm bireyler için bağlayıcılığı olan yargılama ve değerlendirme kuralları vardır. Birey merkezli sistemlerin, bireyleri toplumla birlikte ele alması da bu yüzdendir.
Bireyler arasında, bireylerle farklılıklar arasında, farklılıkların kendi aralarında, birey ve farklılıkların toplumla aralarında çelişki ve çıkar çatışmaları yaşamaları doğaldır. Aynı çatışma ve çelişkilerin zaman zaman aile, eğitim, din, ekonomi ve siyasetten oluşan toplumsal kurumlar arasında bile benzeri çatışmalar olabilmektedir. Bu çatışmaları şu günlerde oldukça yoğun biçimde yaşamıyor muyuz? Siyaset kurumu dini alet ederek, aileye ve eğitime kendi çıkarları doğrultusunda yön vermeye çalışıyor. TÜBİTAK’ta evrim teorisi konusunda yaşanan sansür skandalı, bilimselliği dışlama girişimi olarak üzerinde çok ciddi biçimde düşünmeyi gerektiren bir husustur. Toplum olarak bu konuda yeterli tepki verememiş olmamız da ayrı bir üzüntü konusudur.
Bu güne kadar toplumların yönetimi konusunda oluşturulan sistemlerin merkezine, temel özneler olarak; tek başına üzerinde yaşanılan toprak olarak vatan, tek başına bir din veya ırk, tek başına sermaye veya emek, tek başına bir aile veya gücü elinde tutan bir kişi konuldu. Toplum ve devlet, sistemin merkezinde yer alan bu temel özneye hizmet edip korumakla görevlendirildi. Bu sistemlerin hiç biri toplumun tamamının çıkarlarını ve mutluluğunu hedeflemediği için, toplumun tümünü mutlu edemediği için, hep kendilerine birer düşman yarattılar. Hiçbiri kalıcı olamadı. Ömürleri gücü ellerinde tuttukları süre ile sınırlı kaldı.
Bu yanlış uygulamalar bilimin gelişmesini ve ürünlerinin paylaşımını da tekellere bıraktı. Toplumların sistemin koruması dışında kalan kesimleriyle kalkınmış ülkelerin sömürüsüne uğrayan ülke halkları bilimsellikten ve insan olmaktan doğan hakların mahrum bırakılmış oldular. Meydan bilimde ve sanayide gelişmiş ülkelere, tekelci sermaye mensuplarına ve onların küresel boyutta örgütlenip kurumsallaşmış hali olan emperyalizme kaldı.
Uygar toplum olma adına, söylerken gururlandığımız “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkemizin, uygulamada geldiği noktaya bakınız. Şimdi sadece anayasamızda, ulusal meclisimizin duvarlarında, ulusal bayram konuşma metinlerimizde kaldı. Millet artık egemen de değil, mutlu da. Sadece seçimlerde oy kullanıyor. Seçim öncesinde siyasilerin oylarını almak için verdiği sadaka ve seçim rüşvetleriyle yetinmek zorunda. Seçimden sonra aldıkları sadaka ve rüşvetlerin bir kısmının vergi artışı ve piyasa zamlarıyla geri alınması da cabası oluyor. Çağın gözdesi sayılan demokrasi hiçbir zaman millet egemenliğini sağlayamadı, farklılıkların garantisi olamadı. Toplumun tümüne huzur ve güven getiremedi. Sadece seçim yapılmasını ve seçimde en çok oyu alanın belirlenmesini sağlayabildi. Bir farkla bile olsa, en fazla oy alanın mutlak hâkimiyetini meşrulaştırmaya yaradı.
Millet egemenliğinin yaşama geçirilebilmesi için gerçekleştirilmesi gereken iki husus var. Önce “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine “milleti oluşturan tüm farklılıklara egemenlikte eşit olarak temsil hakkı sağlanacaktır” cümlesi eklenmelidir. Sonra da, bu ilkenin yaşama geçebilmesi için, “değiştirilemez” nitelikli yeterli yasal dayanak sağlanmalıdır. Seçim sistemi her farklılığa eşit miktarda temsilci (milletvekili) sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmeli. Farklılıkların her biri siyasetin dışında etkin birer “sivil toplum örgütü” olarak örgütlenmeli. Gerekli görülen hallerde ve seçim dönemlerinin sonunda, bu örgütlere temsilcilerini değiştirme yetkisi tanınmalı.
Aile, eğitim, din, ekonomi ve siyaset gibi toplumsal kurumların bilimsel gelişmelere ayak uydurabilmesi için dinamizme açık tutulması gereklidir. Bilimsel gelişmelerin gerisinde kalan toplumsal kurumlar, bu durağanlıklarını toplumun tüm kesimlerine yansıtarak, toplum içinde ve toplum kurumları arasında çatışmalara zemin hazırlamaktadır.
Tüm insanlığın huzur ve barışa ulaşabilmesi bir süreç işidir. Bu süreç, bilimselliğin ve toplumsal kurumların gelişme süreçleri ile de paralellik taşımalıdır. Bu paralelliğin sağlanamadığı durumlarda gerçek anlamda hiçbir alanda küreselleşme gerçekleşememekte, bilimi kullanarak kalkınan toplumların geri kalmış toplumlar ve toplum kesimleri üzerinde tahakkümü ortaya çıkmaktadır.
Küreselleşemediği için bencilleşmiş bir dünyada, bilimselliğin tüm toplumlara mal edilemediği, emperyalist güçlerce bilimselliğin tüm toplumlara mal edilmesinin engellendiği, bilim ve teknolojinin ürünlerinin paylaşılamadığı bir dünyada, aile, eğitim, ekonomi, din ve siyaset gibi toplumsal kurumların küreselleşmesini, bütün toplumlarda aynı ölçüt ve değerlerde buluşmasını beklemek, şimdilik bir hayal ürünü olarak görülebilir. Ama bu öngörünün şimdiden bir hedef olarak belirlenmesinin, bu doğrultuda hazırlanıp yola çıkılmasının bir sakıncası da olmasa gerek.
İster bireylerin ve ailelerin, isterse toplumların ve insanlığın sorunlarının çözülmesi, huzurun sağlanması için, ilkeler bütünlüğüne, dayanışmaya, birliktelik sağlamaya, sosyal güç oluşturmaya gereksinim vardır. Toplumda hangi sistem geçerli olursa olsun, bütün bunları sağlayabilmenin ilk koşulu, anayasa ve yasaların teminatı altında, demokratik eylem haklarına sahip, kapsamlı bilinçli ve disiplinli örgütlenmedir. Bizim toplumumuzun en zayıf olduğu alan burasıdır. Böyle bir örgütlenmeye ulaşılmadan, yasalardan yararlanma, siyasette ağırlığını koyma, egemenlik haklarını kullanma, seçimlerde tercih gibi konularda hiçbir şansımız olamayacaktır.
İktidarların seçmenin oyunu alabilmek için popülist yaklaşım ve tutumlarına, şirin görünme çabalarına alışmıştık. Bu tutumların giderek yoğunlaşması ve kapsamını genişletmesi de pek şaşırtmıyor. Ancak 29 Mart yerel seçimlerine yaklaşırken, daha farklı ve alışılmadık gelişmelere tanık oluyoruz. Siyaset kurumu muhalefetiyle birlikte hareket eder oldu. Seçmeni yanıltma ve aldatıp oyunu almada kullanılan inanç ve benzeri araçlara muhalefet de talip oldu. Muhalefet ve iktidar aynı silahlarla birbirine saldırıyor. Millet şimdiye kadar hiç alışık olmadığı bir ilgiyle karşı karşıya. Alışık olmadığı için bu durumdan yararlanmayı bile düşünemiyor.
Sebebi ve getirisi ne olursa olsun, siyaset kurumu ilk defa kendini seçmene kabul ettirebilmek için, yoğun bir ilgi gösterisine girdi. Seçim sonuçları ilan edildiğinde ortaya iki sonuç çıkacağı kesin. Birincisi bu ilgi artışının, taraflar adına seçim sonuçlarında önemli bir değişiklik yaratmadığı, ikincisi de seçmenin siyaset kurumunun bu yoğun ilgisinden yararlanamadığı olacaktır diye düşünüyorum. Bu sonuç aynı zamanda, seçmenin egemenliğinin bilincine varamadığının, siyasetle, seçimlerle ve devlet otoritesi ile kendisi arasında bir bağ kuramadığının da bir göstergesi olacaktır.
Şimdi düşünelim. Seçmenin ya da toplumun bu konumda oluşu, sadece kültür ve sosyo – ekonomik seviyesinden mi kaynaklanıyor? Büyük bir kesimi neden insan onuruna yakışır bir yaşam seviyesine neden ulaşamıyor? Neden çağdaş bir eğitim alamıyor, iş bulamıyor? Sosyal güvencesi, sağlık garantisi neden yok? Hak ve özgürlüklerini gereği gibi neden kullanamıyor? Kulluğa ve sadakaya razı oluşu ırksal özelliğinden mi kaynaklanıyor dersiniz?
Bu soruların yanıtlarını siyasilerimiz dâhil hepimiz biliyoruz. Yanıtlar bir yana bu sorular önce toplumumuzun sorunlarını ortaya koyuyor. Bu sorunlar, bizimle aynı konumdaki öteki toplumların da ortak sorunu. Örgütsüz olmak, güçlü, yasaların güvencesinde, toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmış bir örgütlenmeden ve bilimsellikten “yoksun” olmak, daha doğru bir deyişle “yoksun bırakılmış” olmak benzer noktaları oluşturuyor. Bir başka benzerlik “Müslüman toplumlar” olmaktır. Çağdaşlaşmayı hedefleyen, insanını mutlu etmeyi, insan olmanın gereğini yerine getirmeyi isteyen, hümanist düşünceye sahip liderlerin, siyasetçilerin, devlet yöneticilerinin, aydınların, eğitimcilerin, sivil toplum örgütlerinin kaçamayacakları temel görevi; bireyleri ve toplumları bilimsellik ve örgütlenme konusunda uyarmak, desteklemek ve yardımcı olmaktır.
Ülke olarak yaşamakta olduğumuz sorunları yaratanlar, toplumda kadınları insan ve vatandaş olarak yok sayanlardır, ikinci sınıf sayanlardır. 8 Mart dünyada “kadınlar günü” idi. 1950 sonraki siyasi iktidarlar kadın hakları konusunda, Atatürk’ün kadınlarımıza tanıdığı sosyal ve hukuksal hakları geri almaya çalışmaktan başka bir şey yapmadılar. Devlet olarak, siyaset olarak, toplum olarak bu yıl kadın hakları konusunda kayda değer bir şey yapılmadı. Yapılanların da çocukların yaş gününü kutlamaktan farkı yoktu. Dünyada ve ülkemizde bu güne kadar yapılanlarla ne kadınlar olarak, ne de toplum olarak sevinebilecek durumda değiliz. Sadece 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olduğunu ve bu konuda hala kayda değer bir şey yapmadığımızı hatırlıyoruz. Kadınları da birer insan olarak algılayanlar olarak da utanıyoruz.
Toplum olarak en az kadınlarımız kadar ihmal ettiğimiz, yok saydığımız hatta bilerek etkisiz hale getirmeye çalıştığımız kesim gençliğimizdir. Siyaset kurumu olarak fedailer olarak kullandık, birbirine kırdırdık, sonrada vatan haini ve potansiyel suçlu ilan ettik. Nice “12 Eylül”lere kurban verdik. Şimdilerde de okumasınlar, sorgulamasınlar, aileye ve devlete ayak bağı olmasınlar, internet kahveleriyle, cep telefonlarıyla yetinsinler istiyoruz. Büyüdüklerinde oylarını almayı böylece kolaylaştırmaya çalışıyoruz.
Kadınını ve gençliğini gözden çıkarmış, bilimselliğin yerine dogmaları monte etmeye çalışan, bireysel çıkarları toplum çıkarlarının üstünde gören, geleceğini emperyalist odaklara işbirlikçilikte gören, insanı insanın kendi ürettiklerine kul etmeye çalışan anlayış ve kadrolarla işimiz olamaz.
Birey merkezli sistemlerde öncelikle insanın mutluluğu esas alınacağından, bu boyutlarda sosyal sorun yaşanmayacaktır. Çözümü tüm alanlarda bilimselliğin yaşama geçirilmesi, bilimselliğin, teknolojinin ve insan emeğinin yarattığı birikimleriyle doğanın insana sunduğu yeraltı ve yer üstü zenginliklerin, tüm insanlıkça paylaşılması sağlanacaktır. Toplumların yaklaşık aynı zaman dilimleri içinde çağdaşlaşması, toplumsal kurumların yapılarında ve ilkelerinde bütünlüğe ulaşması kolaylaşacaktır.
İnsanın tüm sistemlerin merkezine alındığı, insancıl (hümanist) düşüncenin geçerli kılındığı, tüm bireylerin ve farklılıkların üretime, sorumluluklara ve egemenliğe ortak olduğu, doğanın ve dengesinin korunduğu, sevgi ve saygı içinde yaşanabilen bir Türkiye ve dünya için, birey merkezli sistemi yaşama geçirmek için birlikteliğe çağırıyorum.
Var mısınız?
Nihat.Atar@PolitikaDergisi.com
0 yorum:
Yorum Gönder